Sürdürülebilirlik Özelinde Kadın Kooperatifleri Çalıştayı

“ Enerji Dönüşümü için AB: Batı Balkanlar ve Türkiye’deki Belediye Başkanları sözleşmesi” kapsamında düzenlenen ‘SECAP uygulamaları için kadın kooperatifleri aracılığıyla kadınların güçlendirilmesi’ konulu çalıştay.

Görünürlük, Erişim ve Paradigma Krizi

Son yıllarda küresel ölçekte çevre, iklim ve sürdürülebilirlik odaklı politikaların artan biçimde yerel yönetimlerin, kamu otoritelerinin ve uluslararası fonların gündemine taşındığı gözlemlenmektedir. Bu bağlamda kadın kooperatifleri, sürdürülebilir kalkınmanın sosyal, ekonomik ve çevresel bileşenlerini aynı potada birleştirebilecek önemli aktörler olarak öne çıkmaktadır. Kadın emeğinin görünür kılınması, yerel üretimin desteklenmesi, topluluk temelli dayanışma ekonomisinin güçlendirilmesi ve çevresel farkındalığın artırılması gibi çok katmanlı hedefler, kadın kooperatiflerini yalnızca üretici değil, dönüşüm taşıyıcısı hâline getirmektedir. Ancak sürdürülebilirliğe dair bu olumlu söylemler, uygulamada ciddi çelişkiler ve eşitsizliklerle karşı karşıya kalmaktadır. Çalıştaylarda ve raporlarda sıkça dile getirilen “farkındalık” ve “ortak gelecek” gibi kavramlar, kimi zaman yalnızca belirli siyasal çevrelerin, ekonomik grupların veya yönetsel erklerin çıkarlarına hizmet eden sembolik ifadelere dönüşmektedir. Bu noktada temel sorun, sürdürülebilirliğin nasıl tanımlandığı değil, bu tanımın kimler için ve nasıl işletildiğidir.

Kadın kooperatiflerinin sürdürülebilirlik temalı projelere katılımı, özellikle yerel yönetimler düzeyinde ciddi bir erişim sorunuyla karşı karşıyadır. Avrupa Birliği destekli çevre projeleri veya yerel kalkınma fonları, çoğu zaman belediyelerin siyasi yaklaşımına göre dağıtılmakta; bu da birçok kooperatifin kamu kaynaklarına erişimini sınırlamaktadır. Oysa sürdürülebilirlik kamusal bir sorumluluk alanıdır ve yerel yönetimlerin tüm yurttaşlara eşit mesafede hizmet sunma ilkesiyle çelişmemelidir. Belediyelerin bu konudaki taraflı tutumu, sürdürülebilirliğin demokratikleşmesini engellemektedir.

Enerji ve üretim politikaları, küresel ölçekte de çelişkili bir tablo sergilemektedir. Kadın kooperatiflerinin yenilenebilir enerji sistemleri kurarak karbon ayak izini azaltması mümkündür; ancak bu alan, günümüzde ciddi bir tekelleşme ve sermaye yoğunlaşması ile çevrilidir. Kooperatiflerin hem finansal hem de teknik açıdan bu sektöre erişimi sınırlıdır. Öte yandan, deniz altından yürütülen fosil yakıt çıkarım faaliyetleri —ekonomik getiriyle meşrulaştırılsa da— okyanus ekosistemleri üzerinde derin tahribatlara yol açmaktadır. Oysa bilimsel veriler, dünya üzerindeki oksijenin yaklaşık %70’inin deniz altı algleri tarafından üretildiğini göstermektedir. Bu hassas ekosistemlerin zarar görmesi yalnızca deniz canlılarını değil, küresel solunum döngüsünü ve iklim dengesini de doğrudan tehdit etmektedir. Benzer biçimde, yüksek gelir gruplarına ait özel jet kullanımı gibi karbon salınımı yoğun tüketim biçimleri, çevresel duyarlılık söylemleriyle büyük bir çelişki içindedir. Bu bağlamda çevre farkındalığı söyleminin, sınıfsal ayrıcalıkları perdeleyen bir retoriğe dönüşmemesi için bütüncül ve adil politikaların geliştirilmesi gerekmektedir.

Devlet destekleri, çikolata yapımı gibi yüksek katma değerli üretim alanlarında yürütülmektedir. Kadın kooperatiflerinin bu tür alanlara yönlendirilmesi stratejik bir tercih olabilir. Ancak çikolata üretim süreçlerinin karbon salınımı bakımından doğa üzerindeki olumsuz etkileri de göz ardı edilmemelidir. Çevre dostu üretim teknolojilerine geçişi teşvik eden özel kamu desteklerinin olmaması, sürdürülebilir kalkınma ilkeleriyle çelişmektedir. Aynı zamanda bu teşviklerin dağılımında da sosyal adaletin yeterince gözetilmediği görülmektedir. Sürdürülebilirlik temalı projelerin yalnızca belirli sosyoekonomik gruplara ulaştırılması, toplumsal adaletin zedelenmesine neden olmakta; yasa koyucuların bu bağlamda daha kapsayıcı ve eşitlik temelli politikalar üretmesi gerekmektedir.

Kadın kooperatifleri, sürdürülebilirlik hedefleri doğrultusunda üretim yapma potansiyeline sahip olsalar da, insan kaynağı (%63) ve pazarlama (%48) gibi temel alanlarda ciddi kapasite sorunları yaşamaktadır. Bu sorunlar yalnızca teknik eksiklikler değil; aynı zamanda kadın emeğinin sistemde nasıl konumlandırıldığına ilişkin yapısal bir meseledir. Katma değeri yüksek sektörlerde yer almak, yalnızca üretim becerisi değil, aynı zamanda pazara erişim, dijital okuryazarlık, lojistik ve yönetişim kapasitesi gerektirmektedir. Bu alanlarda eşitsizliğin giderilmesi, yalnızca bireysel çaba ile değil, kurumsal destek mekanizmaları ve nitelikli kamu politikaları ile mümkündür.

Kadın kooperatifleri bağlamında sürdürülebilirlik, yalnızca çevresel duyarlılıkla sınırlı olmayan; sosyal adalet, eşitlik ve erişilebilirlik gibi çok katmanlı dinamikleri içeren bir alandır. Ancak mevcut politika ve uygulamalar, bu alanı çoğu zaman daraltmakta; projeci yaklaşımlar, tek merkezli yönetişim biçimleri ve görünürlüğü sınırlı destek mekanizmaları, sürdürülebilirliğin potansiyelini tam olarak ortaya koyamamaktadır.

Bu noktada yaşanan durum yalnızca uygulama eksiklikleriyle açıklanamaz; çok daha derin bir paradigma krizine işaret etmektedir. Sürdürülebilirlik kavramı, içi boşaltılmış bir söylem olarak değil; sistematik, eşitlik temelli ve hesap verebilir politikalarla desteklenen bir dönüşüm çerçevesi hâline getirilmelidir. Kadın kooperatifleri bu dönüşümün taşıyıcısı değilse, sürdürülebilirlik yalnızca sembolik bir vitrin uygulaması olmaktan öteye geçemeyecektir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir